Osmanlı döneminde yakılan ve yoksulluğu, yolsuzluğu, ezen-ezilen ilişkisini anlatan türkü günümüze de ışık tutuyor.
Türkü olarak da söylenen , sade ve etkileyici bir dil ile yazılan şiir 17 kıtadan oluşuyor.
Aralarında Edip Akbayram, Belkıs Akkale, Hüseyin Turan, Onur Akın, Burhan Şeşen, Mehmet Gümüş, Mustafa Özarslan’ın da bulunduğu sanatçılar tarafından deprem için seslendirilen türkü bir haftada milyonlarca kişi tarafından dinlendi ve paylaşıldı.
Peki, türküyü yapan Serdari kimdir? Ne zaman yaşamıştır?
Serdari’nin yaşamını Halk Müziği Sanatçısı, folklör araştırmacısı İhsan Öztürk’ün kaleminden yayınlıyoruz.
Serdarî Sivas’a bağlı Şarkışla ilçesinin Kayalıyokuş mahallesinde doğdu. Asıl adı Hacı, mahlası Serdari’dir. Mahlasını nasıl aldığı, ustasının olup olmadığı bilinmemektedir. Yalnız gençlik yıllarından beri tanık olduğu önemli olaylarla ilgili şiirler söylediği bilinmekte, bu şiirleri o yıllardan beri halk arasında dilden dile dolaşmaktadır.
Doğum yılı, kendi söylediği şu kıt’adan anlaşıldığına göre 1834’dür.
“Açılmadı ikbalimiz bahtımız,
Şen olsun İstanbul pâyitahtımız,
Tevellüt ellidir geçti vaktimiz,
Nöbetin bekliyor salımız bizim”
Küçük yaşta öksüz ve yetim kalan Serdarî bir çok akranı gibi, yoksulluk nedeniyle okula gidemedi. Babasından kalan bir-iki tarlayı sürüp ekerek; kendi işlerinden arta kalan zamanlarda da başkalarının tarlalarında çalışarak geçimini sağlamaya çalıştı.
Çocukluğunda bir gün eşekten düştü ve sol kolu kırıldı. Sınıkçılar sardı ama haşarılığı yüzünden kırık kol bir türlü iyileşmedi. Tam kangrene çevireceği sırada sınıkçı dirseğinin biraz altından kesti. Halk arasında bu nedenle “Çolak Hacı” lakabıyla anılır oldu. Ancak kendisi bu lakaba çok üzülür, “Ben çolak değilim, kolsuzum” derdi.
Serdarî iri yapılı, çok sağlam bünyeli, güçlü kuvvetli biriydi. İnsan gücüne dayalı her türlü işi arkadaşlarından daha iyi yapardı. Örneğin kesik koluna karşın, tırpanla ekin biçmedeki ustalığı bütün komşu ilçelerde, hatta Sivas’ta bile anlatılırdı. Kesik koluna taktığı bir kayış kolçağa tırpanın sapını geçirir; sağ eliyle de tırpanın elceğinden kavrayıp da ekine girdiği zaman hızına kimse yetişemezdi. O zamanlar tırpancıların gündeliği 4-5 kuruş iken o, 20 Kuruştan aşağı çalışmazdı. Gerçekten de herkesten uzun ve keskin tırpanıyla 4-5 kişinin yapamayacağı işi tek başına yapardı. Serdari’nin tırpan çalmadaki becerisi o kadar ileri gitmiş ki; halk arasında “Çolak Hacı tırpanı, Çolak Hacı sıyrımı, Çolak Hacı çekici” gibi deyimler kullanılır olmuştu.
Çağının önemli âşıklarından biri olan Serdarî’nin şiirlerinde güçlü bir ifade biçimi vardır. Yaşadığı yılların koşullarını, Anadolu köylüsünün çektiği sıkıntıları, başından geçen olayları, abartısız, yalın ve duru bir dille anlatmıştır. Ne yazık ki okuma yazma bilmediği için şiirlerini kendisi kaleme alamamış; çevresinde “cönk” tutabilecek kimse olmadığı için şiirlerinin çoğu günümüze ulaşamamıştır.
Serdari sık sık oğlu Nafel’e ve torunlarına: “Şu benim demelerimi bir yere yazın. Gün gelir bunları sizlerden isterler. Herkes sizin gibi kadir bilmez değildir” dermiş. Ancak Nafel’de, okuma yazma bilen diğer torunları da bu deyişlerin önemini, o günün koşullarında bilememişler ve bir yere not etmemişler. Bilinen şiirleri ise yakınlarının aklında kalanlardır.
Serdarî’yle ilgili üç kitap vardır. Bunların ilki Fazıl Oyat’ın yazdığı “20 Halk Şairi” adlı kitap; diğerleri torunu Ekrem Berk ve Şarkışlalı araştırmacı Ahmet Özdemir’in yazdığı “Şarkışlalı Serdarî” adlı kitaplardır.
Nesini söyleyim canım efendim
Gayrı düzen tutmaz telimiz bizim
Arzuhal eylesem deftere sığmaz
Omuzdan kesilmiş kolumuz bizim
Sefil ireçberin tebdili şaştı
Borç kemalin buldu boynundan aştı
İntikal parası binleri geçti
Dahi doğrulamaz belimiz bizim
Ehl-i fukaranın yüzü soğuktur
Yıl perhizi tutmuş içi kovuktur
İneği davarı iki tavuktur
Bundan gayrı yoktur malımız bizim
Çok dilek diledim kabul olmadı
Şu yalan dünyada yüzüm gülmedi
Hiç kimseye emniyetim kalmadı
Açılmadan soldu gülümüz bizim
Şu yalan dünyada hoş olamadım
Borçludan bir kere baş alamadım
Şu küçük öküze eş bulamadım
Söylemeden aciz dilimiz bizim
Zenginin sözüne beli diyorlar
Fukara söylerse deli diyorlar
Zamane şeyhine veli diyorlar
Gittikçe çoğalır delimiz bizim
Fukara halını kimse sormuyor
Ehl-i diyanetin yüzü gülmüyor
Padişah sikkesi selam vermiyor
Kefensiz kalacak ölümüz bizim
Evlat da babanın sözün tutmuyor
Açım diye çift sürmeye gitmiyor
Uşaklar çoğaldı ekmek yetmiyor
Başımıza bela dölümüz bizim
Reçberin sanatı bir arpa tahıl
Havasın bulmazsa bitmiyor pahıl
Tecelli olmazsa neylesin akıl
Hep yokuşa sarar yolumuz bizim
Sekiz ay kışımız dört ay yazımız
Açlığından telef oldu bazımız
Kasım demeden buz tutar özümüz
Mayısta çözülür gölümüz bizim
Tahsildarlar çıkmış köyleri gezer
Elinde kamçısı fakiri ezer
Döşeği yorganı mezatta gezer
Hasırdan serilir çulumuz bizim
Zenginin yediği baklava börek
Kahvaltıda eder keteli çörek
Fukaraya sordum size ne gerek?
Düğürcük çorbası balımız bizim
Bir aşka geldik de biz bunu dedik
Üç yüz üç senesi bir sille yedik
Her nereye varsan sahipsiz Gedik
Kime arz olacak halımız bizim
Açlıktan benzimiz sarardı soldu
Ağlamaktan gözümüze kan doldu
Üç yüz üç senesi bir afet oldu
Dördü bir okkadır dolumuz bizim
Her daim doğrudur aşığın sözü
Kör olsun düşmanın görmesin gözü
Bir parça seyredi istibdat sözü
Geçer mi düşmandan kinimiz bizim
Açılmadı ikbâlimiz bahtımız
Şen olsun İstanbul pâyitahtımız
Tevellüt ellidir geçti vaktimiz
Nöbetin gözlüyor salımız bizim
Serdari halimiz böyle n’olacak
Kısa çöp uzundan hakkın alacak
Mamurlar yıkılıp viran olacak
Akibet dağılır ilimiz bizim.
Zurba: Toplu halde. Sürü halinde.
Pıta: Avcı siperi.
İreçber: Çiftçi (Rençber).
Sikke: Para.
Gedik: Şarkışla’nın eski adı.
Telef: Yok olma. Ölme.
Düğürcük: Bulgurun ince çekilmişi (Düğülcek).
Seyredi: Seyrekleşti.
Pâyitaht: Başkent.
Sal: Salaca.