İYİ Parti Genel Başkanı Müsavat Dervişoğlu, 2025 yılı bütçesinin görüşmelerinde; “Biz bu bütçeye karşıyız. Çünkü bu bütçe, Türk milleti için herhangi bir ihtiyacı karşılamayan bir zulüm bütçesidir. Bu bütçe, devletin makamlarında oturan zevatın şatafat bütçesidir. Bu bütçe, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerinden uzak, anayasal yükümlülüklerle ilgilenmeyen bir bütçedir. Hükümet, sürekli tasarruf tedbirlerinden bahsederken, lüks makam araçları, israf projeleri devam ederken, vatandaşın temel hizmetlere erişimi kısıtlanıyor. Bu bütçe, itibarı sosyal projelerde, fertlerin refahında değil; gösteriş projelerinde arayanların bütçesidir” dedi.
TBMM Genel Kurulu’nda, 2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi ve 2023 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Teklifi’nin görüşmeleri başladı. Görüşmelerde konuşan İYİ Parti Genel Başkanı Müsavat Dervişoğlu, bütçe teklifi, iktidarın ekonomi, uluslararası ilişkiler, eğitim, sağlık ve çevre politikalarını eleştirdi.
Dervişoğlu’nun açıklamalarından öne çıkanlar şöyle:
“Merkezi yönetim bütçesinin, yüzde 90’ından fazlası doğrudan yürütme organı yani hükümet tarafından kullanılmaktadır. Nasıl, nereye, kimlere ve hangi amaçla harcanacağının talimatlarını verense, biliyoruz ki tek kişidir. Tüm harcamaların ve icraatların tek ve gerçek sorumlusu, yıllardır olduğu gibi bugün de oturması gereken koltukta bulunmamaktadır. Kendisi, birçok yetkisi budanan TBMM’nin elinde kalan tek ve en önemli yetki olan bütçe yetkisinin icrasına dahi saygı göstermekten uzaktadır. Tıpkı uzun zamandır Türk milletinden ruhen, kalben ve aklen uzak olduğu gibi. Mevcut rejimin geçici ve yapay koşulları ne olursa olsun, milli Meclis’in muhatabı da yürütmenin başıdır, yardımcısı değil.
EN TEMEL KAMU HİZMETLERİNİN KURALSIZCA TİCARİLEŞTİRİLDİĞİ BİR ANLAYIŞLA SAVUNMASIZ BIRAKILIYORUZ
Hatırlanacak olursa 90’lı yıllarda Türkiye, dünyanın sınırsızlaştığı iddia edilen küreselleşme döneminde, sınırlarını ve bütünlüğünü korumakla uğraşmış ve bunu başarmıştı. Şimdi ise tekrar sınırların, devlet ve toplumların hayat memat meselesi haline geldiği son 20 yılda Türkiye, bizzat öncüleri tarafından bile rafa kaldırılmış küreselleşmeci bir bakışın en zararlı yönlerini kendisine rehber edinmiş bir iktidar tarafından, taammüden sürekli uçurumların kenarında dolaştırılmaktadır. Egemenliğin yeniden ulus devlette temerküz ettiği bir dönemde bizler, mevcut iktidar tarafından ulus devlet egemenliğimizin sürekli aşındırılmasıyla, 100 yıldır karşılaşmadığımız risklere açık hale getirilmiş durumdayız. Kamunun yeniden üretim ve bölüşüm ilişkilerinde söz sahibi haline geldiği pandemi sonrası süreçte, eğitim ve sağlık gibi en temel kamu hizmetlerinin kuralsızca ticarileştirildiği bir anlayışla savunmasız bırakılıyoruz. Hukuk düzeninin, can ve mal güvenliğini sağlamaktan ve sürdürmekten dahi uzaklaşmış hali düşünüldüğünde; ticarileşmeden ötede, anarşik bir metalaştırılma süreciyle karşı karşıyayız. Toplumdaki genel ahlaki çöküşü doğuran ve besleyen faktörler de esasen burada aranmalıdır.
DEVASA SORUNLAR, İLETİŞİM BAŞKANLIĞI’NIN ALGI YARATMA VE YÖNETME KABİLİYETİYLE ALDATMA VE KANDIRMA FURYASINA DÖNÜŞMÜŞ…
Çin ile ABD arasındaki rekabet, ne 19. yüzyıldaki gibi sadece denizde ne de 20. yüzyıldaki gibi sadece kıtalar arası nükleer füzeler alanında sürmektedir. Dolayısıyla dünün Küba’sı ile bugünün Tayvan’ını ayıran şeyin ne olduğunu iyi düşünmemiz gerekmektedir. Müstakbel bir Tayvan krizinin eşiğindeki dünyada, 1962 yılında vuku bulan Küba krizindeki Türkiye olmamak için mevcut konumumuzun çok iyi tahlil, tasnif ve tarif edilmeye ihtiyacı vardır. Çünkü dünün soğuk savaşı, bugünün hem sıcak hem de soğuk savaşıdır. Hem yerel, hem küresel; hem üretim, hem de tüketim zincirlerine ilişkindir. Topyekündür, eklektiktir ve öngörülemezdir. Başlangıcını işaretlemek kadar, bitişini de tahmin etmek zordur.
Bu savaşın etkileri, saliseler içerisinde tedarik zincirlerinden ticarete ve fiyatlara dolayısıyla günlük hayata, doğrudan etki etmektedir. Türkiye ise bu etki ve tepkilerden, 20. yüzyılın totaliter mantığıyla kurulmuş bir İletişim Başkanlığı’nın mesnetsiz propaganda faaliyetleri ile kurtulacağını zannetmekte, adeta bir hayal aleminde yaşamaya mahkum edilmek istenmektedir. Karşı karşıya bulunduğumuz devasa sorunlar, İletişim Başkanlığı’nın algı yaratma ve yönetme kabiliyetiyle aldatma ve kandırma furyasına dönüşmüş, gerçeklerle rüyalar birbiriyle karışır olmuştur. Türk milleti artık aldanmayacaktır ve aldatılamayacaktır.
DÖKTÜKLERİ BETONLARIN İSE DEPREME NE ALDAR DAYANIKLI OLDUĞUNU BİLE ÖNEMSEMEYEN BİR AYMAZLIKLA YÖNETİLİYORUZ
Bugünün en can alıcı meselelerinden biri iklim krizidir. Eğer biz iklim değişikliğinin sonuçlarını hafife alır, bugünü kurtarmayı, gelecek kuşaklarımızı kurtarmaya tercih edersek, sadece yükselen deniz seviyeleri ve kuruyan barajlarla değil, insanlık tarihinin gördüğü en büyük göç dalgalarıyla da yüzleşmek zorunda kalacağız. Kısaca bugün yaşadığımız göç krizinin çok daha büyüğü karşısında boğulacağız. Çünkü yarın; iklim krizinin kavurduğu topraklardan, susuz ve verimsiz arazilerden, boğucu sıcaklardan kaçan kitleler, göç yollarına düştüğünde, bugün kapatamadığımız kapı, sınır ve duvarlarımız; yarın iklim felaketinden kaçanlarca, çok daha büyük ve kontrolsüz bir akınla sınandığında ne yapacağımıza şimdiden karar vermeliyiz.
Dünyada tüm aklı başında iktidarlar iklim risklerini azaltmaya, yeşil dönüşümü hızlandırmaya, temiz teknolojileri yaygınlaştırmaya, toplumsal dayanıklılığı artırmaya odaklanırken, biz hâlâ dar siyasi çıkar öncelikli, yönetilen çoğunluğun değil, yöneten azınlığın konforunu önceleyen bir bütçe görüyoruz. Geleceğin ekonomisi; yapay zeka, yenilenebilir enerji, sanal para birimleri ve yüksek teknolojili ürünler etrafında şekillenirken, biz hâlâ arazi rantının kimlere ve hangi koşullarda dağıtılacağını hesaplayan bir iktidar görüyoruz. Bugünün en güçlü ülkeleri, verimli topraklarını korumanın, tarımsal üretimlerini güçlendirmenin yollarını ararken, biz hala arsa karşılığında vatandaşlık veren, ovalarımıza, vadilerimize halen beton döken, döktükleri betonların ise depreme ne kadar dayanıklı olduğunu bile önemsemeyen bir aymazlıkla yönetiliyoruz.
TÜRKİYE EKONOMİSİ, EKONOMİST OLDUĞUNU İDDİA EDEN BİR ZATIN ÖNDERLİĞİNDE FEKALETE SÜRÜKLENMİŞTİR
100 yaşına bir eklemiş Cumhuriyetimiz, kurumları ve fertleriyle, her gün kendisinden bir daha yitirmektedir. Türkiye’nin ekonomik ve sosyal göstergelerine, hele hele çarşıya, pazara, okula hastaneye yakından bakıldığında tablo daha da kararmaktadır. Bu karanlık, başta çocuklarımızı ve çalışanlarımızı, yıllardır güneşin doğduğu aydınlık bir sabah yerine, zifiri karanlıkta uyanmak zorunda bırakan zihniyetin adeta bir yansımasıdır. Aradan geçen 22 yılda Kamu İhale Kanunu, sınırlarımız gibi kevgire dönmüş, Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu ilkelerinden kendini muaf tutanların hazırladıkları, kalkınma planları ve programları raflarda kalırken, kendilerinin kalkınma planları hayata geçmiştir.
10 yıl önce verdikleri taahhütler, 2 trilyon dolar milli gelir, 25 bin dolar kişi başı gelir, 500 milyar dolar ihracat, yüzde 5 işsizlik ve tek haneli enflasyon hedeflerinin hiçbirisi gerçekleşmemiştir. Vatandaş vergi yükü altında ezilirken, yandaşlık müessesesine bütün kamu imkanları seferber edilmiştir. Hesap verebilirlik ve mali saydamlık sadece kâğıt üzerinde kalan kavramlar haline gelmiş, Sayıştay işlevsiz kılınmış, Meclis’in bütçe hakkı devamlı olarak gasp edilmiş, hatta Anayasa Mahkemesi’nin kararları dahi tanınmaz hale gelmiştir. Açıktır ki bozulma ve çürüme sadece bugüne ait meseleler değildir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle birlikte benzeri görülmemiş şekilde hızlanmıştır. Türkiye ekonomisi, ekonomist olduğunu iddia eden bir zatın önderliğinde felakete sürüklenmiştir. Bizlerin bu kürsüde defalarca dile getirdiği bu gerçeği, 2023 seçiminin ardından yalvar yakar göreve getirilen Bakan Mehmet Şimşek de tek tek itiraf etmiştir. İzlenen politikaların irrasyonel olduğunu, net rezervimizin eksiye düştüğünü, önlem alınmazsa milli gelirin yüzde 10’una ulaşacak olan bütçe açığını ve daha nice yanlışları ilk ağızdan bizzat kendisi teyit etmiştir.
İKTİDARDAN DÜŞÜYORSUNUZ FAKAT FARKINDA DEĞİLSİNİZ
Cumhuriyet’in yüzüncü yılı için tam 12 yıl önce 37 hedef koymuştunuz. Sizleri tebrik ediyorum, bunlardan 34’ünü tutturamadınız. Enflasyon tek haneye düşecekti, kendi iktidar döneminizin en yüksek enflasyon oranı olan yüzde 64,8’i 2023’te yakaladınız. İhracatta yüksek teknolojili ürünlerin payı yüzde 20 olacaktı. 2011’de imalat sanayi ürünleri ihracatında yüksek teknolojinin payı yüzde 3,1 iken bunu yüzde 4’e bile çıkaramadınız. ‘İşsizlik oranı yüzde 5’e inecek’ dediniz, 2023’ü yüzde 9,4 ile bitirdiniz, bu yılı da 9 civarında tamamlayacaksınız. ‘Kayıt dışı istihdam yüzde 15’e inecek’ dediniz, yüzde 26 oldu. ‘500 milyar dolar ihracat’ dediniz, yarısına bile ulaşamadınız. ’25 bin dolar kişi başına gelir’ dediniz, 13 bin 243 doları ancak görebildiniz. ‘Yoksulluk sınırı altındaki nüfus azalacak’ dediniz. Ortalama gelirin altında 2011’de 21 milyon 730 bin kişi varken, 2023’te üzerine 3 milyon kişi daha ilave ettiniz. ‘Kadının iş gücüne katılım oranı yüzde 38’e çıkacak’ dediniz, 2023’te kadınların iş gücü katılımını ancak yüzde 35,8’e çıkarabildiniz. ‘Annelerin, annelik kariyerinin dışında bir başka kariyeri merkeze almamaları gerekir’ diye beyanat veren eski bir sağlık bakanınızı da burada yad ediyorum.
12’nci Kalkınma Planı’nda 2028 için sunduğunuz hedeflere baktığımızda 2023 için taahhüt ettiklerinizin, 2028’de bile gerçekleşmeyeceğini kendi elinizle itiraf ettiğinizi görüyoruz. 2023’te 2 trilyon dolar olacak dediğiniz gayri safi yurt içi hasıla için, son planda 2028’de 1,59 trilyon dolar hedefliyorsunuz. Kişi başına gelir 17.554 dolar, işsizlik oranı yüzde 7,5, ihracat 375 milyar dolar, yüksek teknolojili ürünlerin ihracattaki payı yüzde 5,5 olacakmış. Bunlar 2023 hedeflerine kıyasla mahcup ama yine de bu siyaset anlayışı sürdükçe, gerçekleşmesi mümkün olmayan boş hayaller manzumesinden öteye gitmeyecektir. Unutmadan, bu yıl içinde Ay’a sert iniş de vaatleriniz arasındaydı. Evet, inişiniz oldukça serttir ama indiğiniz yer ay değildir. İktidardan düşüyorsunuz fakat farkında değilsiniz.
TÜRKİYE PARANIN, YATIRIMIN EN KÖTÜSÜNE KALDI
2025 yılı bütçesini tartışmak için bir aradayız. Ancak karşımızdaki bu bütçe, tartışılmasına müsaade edilmeden dayatılmış bir muhasebe defterinden farksızdır. Bu bütçe kendinden öncekiler gibi; israfın ve başıbozukluğun bir tablosudur. Gel gör ki, muhasebat, müflisliği gizleyememektedir. Müflislik, Türkiye’nin düşürüldüğü hal ile ilgilidir. Türk vatandaşı, olması gereken birinci ligden, dünya 3. ligine düşmüştür. Bir avuç azınlık petrol şeyhleri gibi yaşarken, geri kalan 80 milyon hukuksuzluktan, adaletsizlikten ve eşitsizlikten muzdariptir.
Hukukun üstünlüğü endeksinde 2014 yılında 59’uncu sırada iken 2023 yılında 117’nci, küresel barış endeksinde 2014 yılında 128’inci sırada iken 2024 yılında 139’uncu, yolsuzluk algı endeksinde 2013 yılında 53’üncü sırada iken 2023 yılında 115’inci, BM Dünya Mutluluk Raporu’nda 2017 yılında 69’uncu sırada iken 2022 yılında 98’inci, refah endeksinde 2011 yılında 66’ıncı sırada iken 2023 yılında 95’inci, insani özgürlük endeksinde 2010 yılında 83’üncü sırada iken 2023 yılında 128’inci, ekonomik özgürlük endeksinde 2011 yılında 60’ıncı sırada iken 2022 yılında 138’inci, basın özgürlüğü endeksinde 2008 yılında 102’nci sırada iken 2024 yılında 158’inci sıraya gerilemiş durumdayız.
Bu veriler ortadayken Bakan Şimşek, Orta Vadeli Program adını verdiği programla dünyanın dört bir yanını gezerek yatırımcı aramaya çıktı. Bu sıralamalara bakan hangi aklı başında yatırımcının, hangi temiz paranın ülkemize geleceği ise merak konusu idi. Elbette, beklenen oldu ve Türkiye paranın, yatırımın en kötüsüne kaldı. Yıllarca içerideki saray ve avanesi tarafından sömürülen ülkemizin kaynakları, birtakım ‘dış yatırımcılara’ peşkeş çekilecekti. Siz sürekli ‘yabancı yatırım çekiyoruz’ diyorsunuz ya işte ondan bahsediyorum. Ekonomiden güven eksilince, öngörülebilirlik kalmayınca, bırakın doğrudan yabancı yatırım çekmeyi, kendi vatandaşlarınızın yatırımlarını ülkede tutamadınız.
EMLAKÇIDAN ÖTEYE GİTMEYEN BİR VİZYON
Eskiyle kıyaslayalım mı? Hani kara sabanla yaşadığımız döneme. Daha AKP yok. Dünya bir gaz ve toz bulutu iken, 2001’in son çeyreğinden 2002’nin son çeyreğine kadarki dönem, o dönemde net doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının milli gelire oranı yüzde 0,61. Bugün ise son dört çeyreğin verilerine bakınca bu oran yüzde 0,45’e gerilemiş durumda. Üstelik gayrimenkul satışını dışarıda bırakırsak oran yüzde 0,22’ye düşüyor. Bu ne demek? Emlakçılıktan öteye gitmeyen bir vizyon demek. 2021 yılı Eylül ayından itibaren faizi düşürerek, ucuz kredilerle kendi saray azınlığını zengin eden iktidar, bu defa da faizleri artırarak tefecinin kibarcası olan ‘carry trade’cileri mutlu edecekti. Ürünü para etmeyen çiftçinin, açlık sınırında geçinmeye çalışan emeklinin, asgari ücrete mahkum edilen on milyonlarca emekçinin, okula aç giden öğrencilerin mutluluğuyla ilgili bir mesele elbette Sayın Şimşek ve programının meselesi olamazdı.
Dünyanın geçirmekte olduğu köklü dönüşümün temelinde sadece güç dengeleri, jeopolitik hamleler, enerji anlaşmaları ve ticari rekabetler yok. Aynı zamanda küresel ölçekte ekonomik modeller değişiyor, teknolojinin ivmesi ve iklim krizinin dayattığı mecburi rota yeni kuralları beraberinde getiriyor. Ne var ki ülkemiz, bu büyük dönüşüme hazır olmadığı gibi, 20. yüzyıldan kalma açmazları 21. yüzyılın ortasına derinleştirerek devrediyor. İktidarın yıllardır sürdürdüğü yanlış politikalar, derin olmadığı muhakkak ama hazin stratejilerden ibaret yönetim anlayışı, Türkiye’yi hızlı bir uyum sürecine sokacağı yerde, küresel trende yetişmeye çalışan ama her seferinde düşen bir koşucu haline getirdi.
Bugün Türkiye, ne sanayisini güçlendirmiş ne tarımını modernize etmiş, ne dijital çağa etkin uyum sağlamış, ne de toplumsal sözleşmesini yenileyebilmiş bir ülke olarak görünüyor. Hukuktan sosyal adalete, eğitimden göç sorununa uzanan hazin stratejilerin yol açtığı, derin krizler içerisinde savrulmaktayız. Diyebilirsiniz ki bu durumdan kurtulmak için reforma, yeni bir toplumsal mutabakata, buna çatı olacak yeni bir anayasaya ve uzun vadeli vizyona ihtiyacımız var. Ancak 22 yıllık bir iktidarda, reform adı altında karşımıza çıkan tek gerçeklik, Sayın Erdoğan’ın tekrar cumhurbaşkanlığına aday olabilmesi için yapılan hukuk cambazlıklarıdır.
Nerede reform? Nerede anayasal dönüşüm? Nerede 21. yüzyılın koşullarına uygun bir siyasal, ekonomik, toplumsal uzlaşma metni? Ne yazık ki yok. Sadece kendisine özel bir zemin hazırlamak için anayasayı oyuncak gibi kullanan, bu ülkeyi herkese uygun bir çatı haline getiremeyen bir anlayışla karşı karşıyayız.
VATANDAŞI ALIM GÜCÜNÜ ERİTEN, GELİRİNİ BUHARLAŞTIRAN BİR CANAVARLA BAŞ BAŞA BIRAKTINIZ
On yıllardır ‘muasır medeniyet’ hedefini dilinden düşürmeyen iktidar, gerçek verilerin soğuk yüzüyle karşı karşıya kaldığında, bırakın muasır medeniyeti, ülkeyi devir aldığından daha kötü bir noktaya sürükledi. AKP iktidara geldiği Kasım 2002’de, TÜİK verilerine göre tüketici enflasyonu yüzde 31,8, İTO’ya göre yüzde 31,3 idi. O dönemde zaten uygulanmakta olan ekonomik program, enflasyonu istikrarlı biçimde aşağı çekiyordu. Kim iktidara gelirse gelsin enflasyonun zaten yüzde 10’un altına doğru inmesi bekleniyordu. Peki ya bugün? TÜİK’in makyajlanmış rakamlarına göre yıllık enflasyon yüzde 47,1, İTO’ya göre yüzde 58. Fiyatlar ise son üç yılda TÜİK verilerine göre 4,39, İTO verilerine göre 5,65 kat artmış.
Sadece bu basit gösterge dahi, iktidarınızın ülkeyi devraldığından daha kötü bir hale getirmeyi başardığını gösteriyor. 22 yılın sonunda enflasyonda geldiğimiz nokta ortada: Vatandaşı alım gücünü eriten, gelirini buharlaştıran bir canavarla baş başa bıraktınız. Enflasyon canavarını hortlattınız. Ahlaksızlık ekonomisi yarattınız. Türkiye’de parça üretmeyecek, istihdam sağlamayacak, sadece kendi çıkarı için gelip pazardan pay alacak Çinli otomotiv şirketlerinin ülkeye gelmesine yabancı yatırım mı diyorsunuz siz? Sermaye ve insan hareketleri konusunda hükümetin akla mantığa sığmayan bir yaklaşımı var. Çinli otomotiv şirketleri Türkiye’ye geliyor, Türk tekstil ve hazır giyim şirketler Mısır’a gidiyor. Nitelikli Türk insan kaynağı ABD’ye, Avrupa’ya; niteliksiz Suriyeli, Afgan kaçaklar ise Türkiye’ye. Bu ülke manda ve himaye rejimi altında yönetiliyor olsaydı da ancak bunlar olurdu.
TÜİK, 2008-2017 döneminde mezun olup, 2018-2022 yılları arasında en az 3 yıl, 2023 yılında ise kesin olarak yurt dışında bulunan vatandaşlarımızı, 2023 itibarıyla yurt dışına göçmüş olarak kabul ediyor. 2008-2017’deki yüksek öğretim mezunlarımızdan bu kriteri sağlayanların oranına baktınız mı? Genetik mezunlarının yüzde 18’i, elektronik mühendisliği mezunlarının yüzde 9,1’i, bilgisayar mühendisliği mezunlarının yüzde 8,4’ü, yazılım mühendisliği mezunlarının yüzde 7,8, ekonomi mezunlarının yüzde 7,6’sı…
Bu gidenlerin alanlarında en iyiler olduğunu, hemen hepsinin en yüksek not ortalamalarıyla üniversitelerinden mezun olmuş gençler olduğunu da sanıyorum hepimiz biliyoruz. Daha önce doktorlarımıza dediğiniz gibi, bunlara da ‘giderlerse gitsinler’ mi diyeceksiniz? Gitsinler ve siz de sınırlarımızdan içeri doldurduğunuz Suriyeli genetikçilerle, Afgan mühendislerle, Somalili yazılımcılarla Türkiye’nin yeşil dönüşümünü gerçekleştirecek, dijital devrimini sırtlayacak ve yüksek teknolojiye dayalı sanayi altyapısını mı kuracaksınız? En nitelikliler gidip onların yerini küresel vasatın bile altında olanlar doldurunca ülke de topyekün vasatın altına gidiyor. En nitelikli ekonomi mezunların yurt dışına göçünce ekonomiyi yönetmek de hısıma akrabaya, Nebati’ye, Kavcıoğlu’na kalıyor. Sizin gibilere kalıyor yani. AKP’nin manda rejiminin sebep olduğu nitelikli beyin göçü sebep, her alanda vasatın altına sürüklenen ülkemiz ise sonuç.
Gençler neden gidiyor? Çünkü siz kendinizden başka kimseye hayat hakkı tanımıyor, her ses çıkartanı ya terörist diye damgalıyor ya da suçlu diye cezaevine atıyorsunuz. İfade özgürlüğü ayaklar altına alınınca gençler kendilerine alan bulamıyor. Dünya Bankası’nın öz hakkı ve hesap verebilirlik endeksinde 2002’de 115. sıradayken, 2023’te 150. sıraya gerilemişiz. Bu süreçteki rakiplerimiz Mali, Nikaragua gibi ülkeler. Mali’de askeri darbeler, Nikaragua’da Ortega rejiminin baskıcı uygulamaları var. Türkiye’de de 22 yıllık AK Parti iktidarı ve saray sultası var. Aklı da beyni de kalmayan bir devlet idaresi var ve elbette bu yüzden beyin göçü var.
İNSANIMIZIN EN AZ YARISINA HAK ETTİKLERİ İNSANCA BİR HAYAT YAŞAYACAK KADAR ÜCRET SUNAMIYORSUNUZ
Başka ne var? Her alanda olan adaletsizlik var, sosyal adaletsizlik var. İşsizlik var, umutsuzluk var. Geniş tanımlı işsizlik oranımızın yüzde 25,6’ya çıktığı bir ortamda iş bulamayan, umudu tükenen, tam zamanlı iş dahi aramayan insanlarımız var. Bu oran, 2018’deki ucube sistemin öncesine kıyasla tam 9,3 puan arttı. İş bulanlar içinse ülke bir asgari ücret cehennemi, bir vergi cehennemi. Asgari ücret, adı üzerinde asgari bir yaşam standardı sunması gereken bir tabandır. Bizde ise çalışanların en az yüzde 42’si asgari ücretli, yüzde 51’i ise asgari ücretin yüzde 10 fazlası veya altında maaş alabiliyor. İşe yeni başlama düzeyi olan, bir istisna olan asgari ücret, Türkiye’de genel bir uygulamaya dönüşmüştür. İnsanımızın en az yarısına hak ettikleri insanca bir hayat yaşayacak kadar ücret sunamıyorsunuz.
Bu asgari ücret konuşulurken Merkez Bankası yöneticilerinin 2025 enflasyon hedefleriyle uyumlu bir zam oranını savunması, iş dünyasını düşük oran taleplerinde bulunmaya teşvik etmesi ise trajikomiktir. Hangi hedefi tutturduğunuzu gördük ki, şimdi asgari ücreti o hedefe uyduracaksınız? Asgari ücreti tartışıyoruz ancak iktidardakiler tartışmıyor, tespit ediyor. Komisyonun adı ‘asgari ücret tespit komisyonu.’ Gerçek ise kuru pastalar, portakal suları, karışık kuru yemişler eşliğinde sarayın rakamlarını onaylama komisyonu.
Gerçekten asgari ücreti tespit etmenin yeri ise sokaklar. Ya kardeşim, hiç mi sıradan insanla karşılaşmıyorsunuz? Vatandaşın ağzında diş yok yahu, diş yok. Bir lokmayı çiğneyecek dişi kalmamış, bir hırkayı giyecek omuzu kalmamış. Sen hala vatandaşın seni anlamasını bekliyorsun. Sen manda yoğurdu, Medine hurması ve kestane balı yiyip yatarken, vatandaşın tasarrufunu vergi diye alıyorsun. Tasarruf etmesini bekliyorsun. Türkiye, yıllardır orta gelir tuzağına hapis, orta sınıf da asgari ücrete zincirlenmiş durumda. Sizse yolsuzluklardan dahi tasarruf etmiyor, edemiyorsunuz.
YOKSULLUK SORUNUNU SEÇİM TAKVİMİNE GÖRE AYARLAYAN BİR İKTİDARSINIZ
Yoksullukla mücadele mi dediniz? 2024’te toplam program harcamalarının yüzde 2,58’i yoksullukla mücadeleye gidiyordu, yıl içinde bu oran yüzde 2,83’e çıkarak bir nebze ilerleme sinyali verdi. Ama 2025’te bu oranı tekrar yüzde 2,51’e düşürüyorsunuz. Sonra 2026 ve 2027’de tekrar artacağı öngörülüyor. Neden 2025’te düşsün de 2026’da artsın? Siz yoksullukla mücadele eden değil, yoksulluğu teşvik ve tahkim eden bir iktidarsınız. Yoksulluk sorununu seçim takvimine göre ayarlayan eden bir iktidarsınız. Çaresizliği, yoksulluğu, bağımlılığı yönetmenin hazzıyla başınız dönüyor. Bu yüzdendir ki insanların acısını, çaresizliğini seçim tarihine ve anket verilerine endeksleyebiliyorsunuz.
BU BÜTÇE, DEVLETİN MAKAMLARINDA OTURAN ZEVATIN ŞATAFAT BÜTÇESİDİR
Biz bu bütçeye karşıyız. Çünkü bu bütçe, Türk milleti için herhangi bir ihtiyacı karşılamayan bir zulüm bütçesidir. Bu bütçe, devletin makamlarında oturan zevatın şatafat bütçesidir. Bu bütçe, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerinden uzak, anayasal yükümlülüklerle ilgilenmeyen bir bütçedir. Adaletten, şeffaflıktan ve hakkaniyetten uzak bir bütçedir. Hükümet, sürekli tasarruf tedbirlerinden bahsederken, lüks makam araçları, israf projeleri devam ederken, vatandaşın temel hizmetlere erişimi kısıtlanıyor. 2025 bütçesi, tasarruf yerine, israfı tahkim eden bir bütçedir. Orada gördüğümüz kalemlerden çok daha fazlasının da olduğunu biliyoruz. Bu bütçe, itibarı sosyal projelerde, fertlerin refahında değil; gösteriş projelerinde arayanların bütçesidir.
Vergi sistemi adaletsiz ve baskıcıdır. 2025 bütçesi için toplam 12.8 trilyon lira gelir öngörülüyor. Bunun yaklaşık 11.2 trilyon lirası vergi gelirlerinden sağlanacak. Ancak bu vergi gelirlerinin yüzde 66’sı dolaylı vergilerden oluşuyor. Yani vatandaş, her alışveriş yaptığında, her yakıt aldığında, her ekmeği sofraya koyduğunda bu adaletsiz sistemin bedelini ödüyor. Peki dolaysız vergiler, yani gelir ve kurumlar vergisinin payı nedir? Yalnızca yüzde 30. Bu oran, gelişmiş ülkelerde tam tersidir. Zenginden alınması gereken vergiler, her zaman olduğu gibi garibanın sırtındadır.
Vergi sistemi reformdan geçirilmeden, bu ülkenin ekonomik sorunları çözülemez. Dolaylı vergiler azaltılmadan, dolaysız vergilerin payı artırılmadan hiçbir şey değişmez. Vergi istisnalarını azaltacağız dediler, tasarruf paketinde yine adrese teslim vergi istisnaları çıktı. Tasarruf yok, zengine, aşırı kâr elde edene, ucuz krediyle ihya olana vergi yok. Bari bir yapısal reform olsa diye bakıyoruz, o da yok. Bu adaletsizlik sürdürülebilir değildir. Adaletsizlik her yerdedir. Özellikle en temel, en hayati iki bakanlığın görev alanındadır. Milli Eğitim’de ve Sağlık’tadır.
Eğitimin eşitlikçi ve erişilebilir olması bir ülkenin geleceğini belirler. Ancak 2025 yılı bütçesinde eğitime ayrılan pay 1.45 trilyon TL. Bu, toplam merkezi yönetim bütçesinin yaklaşık yüzde 10’una denk geliyor. Bu bütçe artmış ama okullarda sabun yok, temizlik görevlisi yok. Eğitimdeki fırsat eşitsizliği daha da derinleşiyor. Devlet okulları kaynak yetersizliğiyle boğuşmaya, eğitimin finansmanı velilerin, ailelerin sırtına yüklenmeye devam ediyor. Milli eğitimin milli niteliği, anayasal niteliği tarumar ediliyor. Cumhuriyet’in bir köylüden bir cumhurbaşkanı çıkartan niteliği yok ediliyor.
Sağlık ise, ticarileşmeden öte artık mafyalaşmanın kucağındadır. Sağlık harcamalarına ayrılan bütçe eğitimle aynı derecede aldatıcıdır. Şehir hastaneleri projeleriyle milletin sırtına büyük maliyetler yüklenmiştir. Sağlık sektörü metalaştırılmıştır. Sağlık bir insan hakkı, yurttaş hakkı olmaktan ziyade; insanın bedeninin, canının ticareti haline gelmiştir. Bu özelleştirme ve piyasalaşma değildir, bu cana kastetmektir. Doktoruna da hastasına da düşman olan bir sistemi inşa etmektir. ‘Okul yaptık’ dediniz, içinde eğitim yok. ‘Adalet sarayı yaptık’ dediniz, içinde adalet yok. ‘Hastane yaptık’ dediniz, içinde sağlık değil, yenidoğan bebeklere kıymaktan dahi çekinmeyen rant çarkları var. ‘Köprü yaptık’ dediniz, parasını geçmeyenden aldınız. Bu gözü dönmüş, rant canavarını 2025 bütçesi de doyuramayacaktır.
2025 ZULÜM BÜTÇESİNDE İŞSİZLİK VAR, UMUTSUZLUK VAR
2025 yılı bütçesi bir ‘zulüm bütçesi’dir. Bu zulüm bütçesinde ihalecilere, faize, zarar ettirilen kurumlara, paradan para kazananlara ödenek vardır ama emekliye yoktur. 2025 zulüm bütçesi yine fakirden alıp zengine veren bir bütçe. Sonuçlara değil, girdilere odaklanan bir bütçe. 2025 zulüm bütçesinde işsizlik var, umutsuzluk var; milletin duygularını istismar etmek var; küresel tekelcilere kıyak var. 2025 zulüm bütçesinde yapısal reform yok; zengine, yandaşa ilave vergi yok; çiftçi yok, öğrenci yok; tasarruf yok. Şimdi biz bu bütçeye refah bütçesi mi diyeceğiz? Bu bütçe elbette ki zulüm bütçesidir.
Milletin hakkını hukukunu har vurup harman savurdunuz. Bu büyük milleti fukaralığa mahkum ettiniz. Çiftçiyi tarlasından, hayvancıyı merasından, köylüyü yuvasından uzaklaştırdınız. Esnafın haciz ve icralarla kepenklerini kapatma noktasına getirdiniz. Gençlerin umutlarını yıktınız, geleceklerini kararttınız, onları vize kuyruklarında beklemeye mahkum ettiniz. Siz hem gidecek, hem de yaptıklarınızın hesabını vereceksiniz.
PKK’NIN SURİYE’DE DEVLETLEŞME SÜRECİ BERTARAF EDİLECEK VE SINIRIMIZIN TERÖRİSTAN OLMASI ENGELLENECEKTİR
Bilindiği gibi Suriye’de olağanüstü gelişmeler yaşanmaktadır. 61 yıllık zalim Esad rejimi düşmüş, Halep başta olmak üzere Suriyeli sığınmacıların yoğun olarak geldiği vilayetler rejim kuvvetlerinden arındırılmıştır. Suriyeli sığınmacıların Türkiye’de bulunmasına sebep olan şartlar fiilen ortadan kalkmış ve artık Suriyeli sığınmacıların Türkiye’deki varlık sebebi sona ermiştir. Türk milletinin talebi, hiç vakit kaybetmeden tüm sığınmacıların vatanlarına geri dönmesidir. Fakat akademik verilere ve tarihi vakalara göre, uzun yıllar sonra gönüllü geri dönüş ihtimali son derece düşüktür.
İYİ Parti olarak bizim önerimiz: 2025 yılının ilk 6 aylık döneminde gönüllü geri dönüşlerin teşvik edilmesi, 1 Temmuz 2025 tarihi itibarıyla Geçici Koruma Yönetmeliği’nin 11. maddesinin hükümete verdiği yetkiyle- Suriyeli sığınmacılara sağlanan geçici koruma statüsünün iptal edilmesidir. Sığınmacılara hiçbir şart altında vatandaşlık verilmeyeceği deklare edilmeli, Suriyelilere dağıtılan 238 bin vatandaşlık iptal edilmelidir. Suriyeli sığınmacılara tanınmış tüm ayrıcalıklar ortadan kaldırılmalıdır. AB ile para karşılığında yapılmış Geri Kabul Anlaşması derhal iptal edilmelidir. Geçici koruma statüsünün iptal edilmesine müteakip kaçak duruma düşmüş tüm sığınmacıların ülkenin artık güvenli hale gelmiş bölgelerine geri gönderilmesi esastır. Her ne şart altında olursa olsun tüm Suriyeli sığınmacılar vatanlarına geri dönecek, PKK’nın Suriye’de devletleşme süreci bertaraf edilecek ve sınırımızın teröristan olması engellenecektir.
Geldiğimiz noktada tıpkı dün Irak’ta olduğu gibi, bugün Suriye’de ülkenin birliği ve bütünlüğü parçalanmış ve Suriye’nin yüzde 40’ı PKK terör örgütünün kontrolüne geçmiştir. Büyük Ortadoğu projesi kapsamında, Irak ve Suriye’nin parçalanması ve bu bölgelerde PKK’ya bağlı otonom bölgeler oluşturulması, Türkiye Cumhuriyeti Devleti için bir beka sorunudur. Emperyalizm eliyle Suriye’nin neredeyse yarısını işgal etmiş olan PKK’nın batıda Akdeniz, doğuda Irak-Sincar bağlantısını kesecek bir müdahalede bulunmak zaruridir. Mümbiç’ten başlayarak, güvenlik sahasının Tabka, Rakka, Haseke bölgesini kesecek şekilde genişletilmesi, Ayn el-Arab’ın teröristlerden arındırılarak PKK devleti projesinin akamete uğratılması sağlanmalıdır.”
KAYNAK: ANKA