Alev Coşkun’un Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan yazısı şöyle:
30 Ağustos 1922 bir dönüm noktasıdır. Aslında, İkinci Viyana Kuşatması’ndan sonra 200 yıldır süren yenilgilerin sona ermesidir. Sadece yenilgilerin sona ermesi değil, I. Dünya Savaşı sonrası imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’yla emperyalist devletler tarafından başlatılan Anadolu ve Trakya’nın paylaşım planının da yırtılıp atılmasıdır.
30 Ağustos 1922, Mondros Ateşkes Antlaşması’yla fiilen başlayan işgallere son vermek, Türkiye’nin bağımsızlığa kavuşmasını sağlamak için yapılan savaştır. Duruma kısaca bakalım: İmparatorluğun başkenti İstanbul; İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan askeri güçlerinin işgali altındaydı. Ege, Batı Anadolu ayrıca Adana, Maraş, Antep ve Urfa işgal edilmişti. Doğuda bir Ermeni devleti kurulmak isteniyordu.
ÇOBAN ATEŞLERİ
İşgallere karşı Anadolu’da yer yer yerel kurtuluş hareketleri başlamıştı; bunlar birer çoban ateşleriydi. Bu çoban ateşlerinin milli bir örgütlenmeye dönüşmesi 19 Mayıs 1919’da Atatürk’ün Anadolu’ya geçişiyle başlamıştır. İstanbul’un işgalinden beş ay, İzmir’in işgalinden bir ay bir hafta geçmişti. 22 Haziran 1919’da yayımlanan Amasya İhtilal Bildirisi’nin aşağıdaki cümleleri durumu apaçık ortaya koyuyordu:
- Vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikededir.
- Milletin bağımsızlığını milletin azim ve kararı kurtaracaktır.
Anadolu’daki örgütlenme Erzurum ve Sivas kongrelerinden sonra 23 Nisan 1920’de Ankara’da Meclis’in açılışıyla üst düzeye ulaşmış oluyordu.
DÜZENLİ KUVAYI MİLLİYE ORDUSUNUN KURULUŞU
Meclis’in ilk işi düzenli ordunun kuruluş çalışmalarını başlatmasıdır. İnönü Savaşları ve Sakarya Savaşı bağımsızlık mücadelesinin önemli aşamalarıdır. Sakarya başarısından sonra herkes, hemen saldırı yapılarak Yunan askeri birliklerinin İzmir’e doğru püskürtülmesini istiyordu. Ancak Başkomutan Mustafa Kemal, tüm hazırlıklar yapılmadan savaşa girmeyi sakıncalı buluyordu.
İşgal güçlerinin Anadolu’dan sürülüp atılması için “saldırı” (taarruz) savaşı yapılması gerekiyordu. Saldırı savaşı için düşman kuvvetlerinden en az bir misli daha fazla güç toplanması gerekiyordu. Oysa Yunan güçlerine karşı Kuvayı Milliye ordusu zorlukla ancak sayıca eşit olabilmişti.
STRATEJİK PLAN
O günkü askeri durumda, Türk ordusunun büyük gücü kuzeyde, Eskişehir bölgesinde toplanmıştı. “Türkler, savaşa ancak en güçlü oldukları Eskişehir bölgesinden başlayabilirler” düşüncesi Batı dünyasının kurmay başkanlıklarında ve Yunan işgal kuvvetlerinin komuta kademesinde yerleşmişti. Bu nedenle, Yunan kuvvetleri de cephenin ağırlık merkezi olan Eskişehir bölgesinde mevzilenmişlerdi.
Türk cephesinin stratejik savaş planı ise saldırıyı güneyden başlatarak beklenmedik bir hareketi öngörüyordu. Afyon ile 40 km batısındaki Çiğiltepe arası asıl taarruz cephesi olarak seçilmişti. Bu cepheye düşmandan üç kat daha fazla kuvvet kaydırılacak, düşman cephesi yarılacak ardından Süvari Kolordusu düşmanı kuşatacaktı. Böylece düşmanın İzmir ile her türlü bağlantısı kesilecekti.
‘BÜTÜN SORUMLULUK BANA AİTTİR’
Birlik kaydırmasının çok güç olduğunu belirten 2. Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa bu plana itiraz ediyor, “Başaramazsak vatan için çok kötü olur” diyordu.
Yakup Şevki Paşa inandığı görüşü tarih önünde savunuyordu, “Buna karar verenler tarihe karşı, büyük vebal (günah) altında kalırlar. Adama vatan haini derler. Hepimizi Meclis’in önünde asarlar” diyordu.
Bu durumda Mustafa Kemal, “Paşam, tarihe ve millete karşı bütün sorumluluk bana aittir” diyerek tarihi sorumluluğu üstlendi.
20 Ağustos 1922 gecesi, Akşehir’de Genelkurmay Başkanı, cephe komutanı ve ordu komutanlarıyla durum son kez gözden geçirildi. Atatürk bu toplantıya askeri üniformasıyla katıldı. Mustafa Kemal, Temmuz 1919’da Erzurum Kongresi sırasında sırtından çıkardığı askeri üniformasını üç yıl sonra ilk kez giyiyordu.
‘HEMEN YATAKTAN FIRLADIM’
26 Ağustos sabaha karşı başlayan hücum, stratejik planda belirlenen esaslar çerçevesinde gerçekleşti. Atatürk durumu şöyle anlatıyor:
“İlk saldırıdan dört gün sonra 29/30 Ağustos gecesi sabaha karşı Batı Cephesi Harekât Şubesi Müdürü Tevfik Bey, her zamanki gibi o saate kadar çeşitli karargâhlardan ve her taraftan gelen raporlara göre harita üzerinde tespit ve işaret ettiği genel durumu cephe kumandanı İsmet Paşa’ya göstermiş ve o da ‘Derhal Paşa’ya göster’ emriyle Tevfik Bey’i yanıma göndermişti. Afyonkarahisar’da belediye binasında bana verilen odada yatmaktaydım. Beni uyandıran Tevfik Bey’in gösterdiği haritaya baktım. Hemen yataktan fırladım. Haritada gördüğüm şu idi ki, ordularımız düşmanın önemli kuvvetlerini kuzeyden, güneyden, batıdan kuşatmaya uygun bir durum almış bulunuyorlardı.”
‘TÜRKÜN KURTULUŞ GÜNEŞİ DOĞUYOR’
“Derhal Fevzi ve İsmet paşaları çağırınız dedim. Üçümüz toplandık. Durumu bir kez daha değerlendirdik ve kesin karara vardık ki Türkün gerçek kurtuluş güneşi 30 Ağustos sabahı ufuktan bütün parlaklığıyla doğacaktır.
Bu karara göre ordulara yeni emir ve talimat yazıldı (sabaha karşı 6.30 evvelde). Fakat durum o kadar önemli, o kadar sürat ve şiddet istiyordu ki bu yazılı emirlerle yetinmek ilerisi için yeterli ve uygun olamazdı. Onun için Fevzi Paşa’dan 2. Ordumuzun ve bunun daha batısında bulunan Süvari Kolordumuzun yanına giderek planlarımıza göre savaşı düzenlemesini kendilerinden rica ettim.”
“1. Ordu Karargâhı’na ben bizzat gidecektim. İsmet Paşa’nın ana karargâhta kalıp genel durumu düzenlemesini uygun gördüm.”
KIYAMET GÜNÜ
Atatürk ertesi günü şöyle anlatıyor: “Efendiler, ertesi günü tekrar bu savaş meydanını dolaştığım zaman, ordumuzun kazandığı zaferin ululuğu ve buna karşılık düşman ordusunun içine düştüğü felaketin dehşeti beni çok etkiledi. O karşıki sırtların gerilerindeki bütün vadiler, bütün dereler, bütün korunaklı ve gizli yerler, terk edilmiş toplarla, otomobillerle ve sonsuz araç gereç ve malzeme ile ve bütün bu fark edilmiş malların arasında, yığınlar oluşturan ölülerle, toplanıp karargâhımıza yönlendirilmiş bulunan sürü sürü esir kafileleri ile gerçekten bir kıyamet gününü andırıyordu.
Bu dar ateş ve hücum çemberinden o an için kurtulabilenler birkaç bin kişilik kılıç artığından ibaret idi. Fakat onlar da daha büyük Türk çemberi içinden çıkmayı başaramayarak başlarında başkumandanları bulunduğu halde beyaz bayrak çekmeye mecbur olmuşlardır.”
DÜNYA TARİHİNDE ÖNEMLİ
Atatürk, 30 Ağustos Dumlupınar Savaşı’ndan iki yıl sonra 1924 yılında savaşın geçtiği yerde bir konuşma yaptı. Zaferi anlattı ve daha sonra yapılacak devrimlerden söz etti. Atatürk 30 Ağustos zaferi için, Dumlupınar tepesinde şöyle diyor:
“Efendiler, bu muazzam zaferin çeşitli etkenleri üzerinde en önemlisi ve en yükseği, Türk milletinin kayıtsız şartsız egemenliğini eline almış olmasıdır.
Efendiler, Afyonkarahisar, Dumlupınar Meydan Savaşı ve onun son aşaması olan bu 30 Ağustos Savaşı, Türk tarihinin en önemli bir dönüm noktasını oluşturur. Milli tarihimiz çok büyük ve çok parlak zaferlerle doludur. Fakat Türk milletinin burada kazandığı zafer kadar kesin sonuçlu ve bütün tarihe, yalnız bizim tarihimize değil, dünya tarihine yeni hareket vermekte kesin etkili bir meydan savaşı hatırlamıyorum.
Hiç şüphe etmemelidir ki yeni Türk devletinin, genç Türk Cumhuriyeti’nin temeli burada sağlamlaştırıldı.”
HER EVRESİ DÜŞÜNÜLMÜŞ DESTANSI SAVAŞ
30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması sonrası emperyalist güçlerin bizzat ve Batı Anadolu’da Yunan ordusuna destekleri ile başlayan Anadolu topraklarının işgali, yaklaşık dört yıllık zorlu bir mücadele ile böylece sona erdirilmiştir.
Bütün dünyanın düşündüğünün tersine, düşman güçlerinin mevzilerine girilmişti ve işgal ettikleri Anadolu topraklarından sökülüp atılıyorlardı.
Mustafa Kemal, Nutuk’ta bu destansı zaferi şöyle anlatır:
“Her safhasıyla (evresiyle) düşünülmüş, hazırlanmış, yönetilmiş ve zaferle sonuçlandırılmış olan bu harekât Türk ordusunun, Türk subay ve komuta heyetinin yüksek kudret ve kahramanlığını tarihe bir kere daha geçiren büyük bir eserdir. Bu eser, Türk milletinin özgürlük ve bağımsızlık düşüncesinin ölümsüz bir abidesidir. Bu eseri yaratan bir milletin evladı, bir ordunun başkomutanı olduğumdan mutluluğum sonsuzdur.”
Bilindiği gibi, savaş aşaması bitince Aydınlanma aşaması başladı ve devrimler birer birer gerçekleşti. Önce saltanat kaldırıldı, sonra Cumhuriyet ilan edildi. Eğitim birliği sağlandı. Atatürk’ün 1905 yılında yüzbaşı iken söylediği, “Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden yeni ve genç bir Türk devleti kurulmalıdır” görüşü gerçekleşiyordu.
15 yılda gerçekleştirilen Aydınlanma Devrimleriyle, Türk toplumu laik bir hukuk düzenine kavuştu, çağdaş ve uygar bir topluma dönüşmesi başlatıldı.
DEVRİMLERİ GERİ ALAMAYACAKLAR
Atatürk Devrimlerinin özellikle çok partili sisteme geçildikten sonra sağ iktidarlar tarafından kemirilmeye, tırpanlanmaya, geri götürülmeye, yok edilmeye çalışıldığı biliniyor.
1950’de iktidara gelen DP’nin Atatürk Devrimlerini, “halkın kabul ettiği ve etmediği” diye ikiye ayırdığı biliniyor. Son 22 yıldır Atatürk’ün adının havaalanlarından, stadyumlardan, okullardan silindiği biliniyor. Eğitimin kökten sarsılması için 4+4+4 formülünün uygulamaya konulduğu biliniyor. Yeni Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, ÇEDES adı altında din kurallarını ve cami görevlisi imamı çağdaş okula sokmak istiyor. Tarikatlara her anlamda olanak sağlanıyor.
Ancak bunlar tarihin gidişine aykırıdır, nafiledir.
Aydınlanma Devrimleri ve laik Cumhuriyet kimilerinin düşündüklerinin tersine bu topraklarda öyle kökleşmiştir ki ne yaparlarsa yapsınlar bu devrimleri yıkamayacaklar, geri alamayacaklardır.
Dünyanın doğal gidişine karşı çıkılamaz. Akan ırmak tersine döndürülemez. Atatürk’ün Aydınlanma Devrimleri söndürülemeyecektir ve sonsuza kadar yaşayacaktır.