Erzincan İliç’teki maden faciasında kaybolan işçileri arama çalışmaları devam ederken facianın ekonomik, insani, çevresel ve hukuksal boyutları da tartışılmaya devam ediyor.
Sadık Çelik’in, Cumhuriyet’te yayınlanan yazısında facianın “çevresel, insani ve hukuki bir yıkım” olduğu vurgulandı.
Sadık Çelik’in “Siyanürün gölgesinde çevresel, insani ve hukuki bir yıkım: İliç faciası” başlıklı yazısı şöyle:
Erzincan’ın İliç ilçesinde bulunan, Kanada menşeli Anagold Madencilik şirketi ile Türkiye’den Çalık Holding’in ortaklığında işletilen Çöpler Altın Madeni’nde yaşanan felaket, madendeki siyanür yığınlarının çevreye sızması, yani siyanür dağlarının akması şeklinde özetlenebilir.
Benzerlerini daha önce hem dünyada hem de ülkemizde görüp yaşadığımız bu trajedi, insanın doğayı hoyratça sömürmesinin acı bir belirtisi olarak, yalnızca bir çevresel felaketin ötesinde, derin bir insani dram ve adaletin gölgelendiği bir hukuksal çıkmazın kesişim noktasında vuku buluyor.
Aslında eski Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner’in açıklamaları bu öykünün karanlık kahramanlarını gün yüzüne çıkarıyor. Cihaner’in talimatıyla 2007’de söz konusu şirketle ilgili soruşturma başlatılıyor. Zira madenin kuruluşundan itibaren çok büyük şaibeler olduğu belli. Rüşvetle alınan ruhsatlar, nüfuzun kötüye kullanımı, tahrif edilen ÇED raporları… Belediye başkanlarından milletvekillerine, kaymakamlara, ilçe parti başkanlarına, muhtarlara, il meclis üyelerine kadar onlarca kişinin yurt dışına, ikna turlarına götürülmesi…
Tam da bölgeden bir dostumuz olan İliçli Ümit Ülgen (ki babaannem de İliçlidir) bu süreçte yaşananları doğruluyor ve olayları yakından takip ediyor. Kendisi geçmiş dönemlerde İstanbul Makine Mühendisleri Odası Başkanlığı gibi önemli görevlerde de bulunmuştur.
Ülgen, Erzincan’ın önde gelen isimlerinin, maden şirketinin sponsorluğunda Amerika’ya götürülmesine dair ayrıntıları paylaşıyor ve bu seyahatlerin arkasındaki niyetleri sorgulamamız gerektiğini vurguluyor. Madencilikten anlayan kişilerin özellikle dışarıda bırakıldığı bu turlar, aslında madenin ve işletmecilerin bölgesel yöneticileri kendi çıkarları doğrultusunda etkileme girişimleri olarak yorumlanabilir…
Tüm bunlar, bir altın madeninin nasıl bir “kara delik”e dönüşebileceğinin kanıtları…
Sonuç olarak soruşturmanın savcısı rüşvetle susturuluyor. (Şaşırmadınız değil mi?) Sonra da FETÖ bağlantısından dolayı yurt dışına kaçıyor… Filmin sonunda ise tutuklanan, İlhan Cihaner oluyor. Bir başsavcının, adaletin bekçisi olarak yola çıkıp, siyasi ve ekonomik güçlerin çıkarları arasında ezildiği tanıdık bir yolculuğun öyküsü.
Adalet terazisinin altın külçeleriyle dengesizleştirildiği bilmem kaçıncı senaryo…
Bu, sadece bir çevre felaketi ya da yargı meselesi değil, aynı zamanda bir ahlaki çöküş hikayesidir. “Geliyorum” diye bağıran bir felaketin, inkarla, rüşvetle ve manipülasyonla örtbas edilmeye çalışıldığı bir konu.
Maden felaketinin başından beri bölgede hem Erzincan milletvekili hem de bölgenin bir evladı olarak bulunan İliçli Mustafa Sarıgül de haklı olarak isyan ediyor. İliç’te faaliyet gösteren Kanadalı firmanın neden Kanada’da değil de, Türkiye’de çalışma yaptığı sorusunun sorulması gerektiğine dikkat çekiyor. Siyanürlü ve denetimsiz aramaların bir an evvel durdurulması gerektiğini dile getiriyor.
ÇEVRE VE İNSAN BOYUTU
Özellikle siyanürlü liç yığınları ile depolama, yani açık ortamda siyanürleme yönteminin terk edilmesi gerekiyor. Bu faaliyetler yerleşim alanlarına en az 10-20 km. uzaklıkta olmalı. Aynı şekilde akarsulardan da uzak tutulması gerekiyor. Altın rezervli toprak siyanürlenecekse bunun tamamen kapatılması gerekiyor. Bu da çok maliyetli bir iş.
İliç’te faaliyet gösteren Kanada firmasının vahşi bir şekilde açık alanda uyguladığı yığınlı siyanürlü liç altın zenginleştirme yönteminin kapalı alanlarda yapılması gerekiyor. Ancak bu çok yüksek maliyetler gerektiren bir iş olduğu için atılan taş ürkütülen kurbağaya değmiyor.
Amerika’da, Kanada’da, AB ülkelerinde, hatta Afrika’da bile bu biçimde denetimsiz çalışmalara izin verilmiyor. Ancak Türkiye olunca şirketler ellerini kollarını sallayarak, vahşi orman kanunlarıyla iş yapabiliyorlar. Sonra gelsin çevre felaketleri, gitsin insan canları…
Çevre uzmanları, siyanürün toprağa infiltrasyonu, Fırat Nehri’ne ulaşma potansiyeli ve atmosfere karışarak insan sağlığı için zehirli hale gelme risklerine dikkat çekiyor. Bir ekokırım yaşanma ihtimaline karşı endişe çanları çalıyor.
Siyanürün, toprağa ve suya sızması halinde, insan sağlığı için ciddi riskler taşıdığı artık iyi bilinen bir gerçek. Başta kanser olmak üzere ciddi sağlık problemlerine yol açma potansiyeli taşıdığı, çeşitli araştırmalarda çok kez dile getirilmiştir. Bu toksik madde, solunum yoluyla veya kontamine su tüketimi yoluyla insan vücuduna girdiğinde, hücrelere zarar verir ve uzun vadede ölümcül sonuçlara neden olabilir. Bu tür bir çevresel etkinin, İliç ve çevresinde yaşayan halk için uzun dönemde ne denli yıkıcı olabileceğini tahmin etmek güç değil.
Yirmi yıldır yapılan uyarılar, değişen ortaklar ve fakat değişmeyen bir hırs manzarası… Doğaya, yeşile karşı rantın ağır bastığı bir dünya resmi. Karşı durmaya çalışanlar var elbette. Sedat Cezayirlioğlu gibi örneğin. O, İliç’te altın arama faaliyetlerinin başlatılacağı haberi ilk duyulduğu andan itibaren burada bir doğa katliamı yapılacağının/yaşanacağının farkındaydı. Yıllarca karşı çıktı. Maden şirketi bölgeye gelip, orada yaşayan köylü halkı iş-aş vaatleriyle ikna etmeye çalışırken ve büyük oranda bunu başarırken, Sedat Cezayirlioğlu boyun eğmedi. En kıymetli olanın hava, su ve doğa olduğunu biliyordu zira.
Ancak Sedat Cezayirlioğlu’nun dik duruşuna cevap olarak mahkeme hakimi, savcının, Cezayirlioğlu’nu köyünden uzaklaştırma kararı aldırmasını istedi. Hakime bunu kabul etmediğinde ise uzaklaştırma kararı, Erzincan’dan başka bir mahkeme hakimine aldırıldı.
Sonuçta Sedat Cezayirlioğlu’na, facianın yaşandığı madene yaklaşma yasağı verildi. Yani; 400-500 yıldır atalarının yaşadığı topraklara girme yasağı! Akıllara durgunluk verecek bir iş… Sedat Cezayirlioğlu ile onun gibi bir avuç aydın ve çevreci, madenin pençesinde kıvranan toprak için İliç’te varlık göstermeye çalışıyor, ancak karşılarında buldukları şey kalın bir duvar; şirketin kapıları ve Ankara’nın uzaktan gelen sesi…
Siyanürün kara bulutlarına karşı koymak mümkün olmuyor. 2000 yılında Romanya’da yaşanan ve Tuna Nehri boyunca bir ekolojik felakete yol açan altın madeni atık barajı çökmesi olayı, siyanürün ne denli yıkıcı olabileceğinin acı bir deneyimidir. Bu olay, su kaynaklarını zehirleyerek binlerce deniz canlısının ölümüne neden olmuş, Çek Cumhuriyeti, Almanya ve Macaristan gibi ülkeleri siyanürlü madenciliğe ruhsat vermemeye yönlendirmiştir. Benzer örnekler arasında, 2015’te Brezilya’daki Samarco maden şirketine ait bir barajın çökmesi de gösterilebilir. Olay, Doce Nehri boyunca toksik madde sızıntısına neden olmuş ve bölgedeki su ekosistemine zarar vermiştir. (Benzer şekilde ülkemizde sık sık yaşanan grizu patlamalarını da unutmamak gerekir.)
Bu bağlamda, 2010 yılında Avrupa Birliği’nin aldığı bir kararla, siyanürle altın arama yönteminin, çevresel zararlarının büyüklüğü nedeniyle yasaklanması tavsiye edilmiştir.
AB mevzuatının bu konudaki katı tutumu, siyanür liçi yöntemiyle madencilik faaliyetlerinin çevresel ve insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerini önemli ölçüde azaltmayı amaçlamaktadır.
ABD’nin pek çok eyaletinde altın madenciliğinde siyanür kullanımının yasak olduğu biliniyor. Örneğin bu Kanadalı şirket Kanada’da siyanürle altın araması yapamaz. Orada madencilik işletmeleri çok ciddi çevresel değerlendirmelere tabi tutulur ve siyanür kullanımı çok sıkı düzenlemelere bağlıdır. Arjantin’in bazı bölgelerinde de yine yasaklanmıştır.
2002 yılında Çekya Parlamentosu, altın madenciliğinde siyanür kullanımını bütünüyle yasaklamıştır. Macaristan da 2009 yılında siyanür madenciliğinin tamamen yasaklanmasına karar veren ülkeler arasındaki yerini almıştır.
Sonuç olarak dünya, siyanürle altın madenciliği yapma sayfasını hızla kapatmaktadır. Ancak, mevzuatın esnekliğinden yararlanmaya çalışan çok uluslu şirketler, bu karara rağmen Türkiye gibi ülkelere yönelerek, siyanür liçi yöntemi ile maden işletmeciliğine devam etmektedirler.
Üstelik Erzincan, İliç’teki madende iki yıl önce siyanür borusu patlamış. Maden bir süre kapatılmış. Sonra yeniden faaliyete başlamış. Yani felaket, sadece geliyorum diye bağırmamış, adeta davul zurna çalmış. Madenin fay hattı üzerinde bulunması bile umursanmamış ve bu gerçeğe rağmen ÇED raporu verilmiş.
SÖMÜRGE MADENCİLİĞİ
Ortada bir sömürge madenciliği tablosu var. Madenciliğin “vahşi batı”sı olarak bilinen bölgelerin içinde ise ne yazık ki ülkemiz de yer alıyor. Bu karanlık tablo, siyanürle altın aramanın getirdiği felaketlerin, genellikle sömürge ya da yarı sömürge durumundaki ülkelerde veya vahşi madenciliği benimseyen yöneticilere sahip ülkelerde yaşandığını gösteriyor.
Yerel ve bölgesel direnişin sesini kısmak için, bu bölgelerdeki yoksul insanlara küçük yatırımlar yapılıyor. İliç, bu yatırımların adeta bir vitrini haline gelmiş durumda. Bunlar, madenden elde edilen astronomik gelirlerin yanında devede kulak kalıyor tabii. Devlete yapılan katkı ise, gelirin yalnızca yüzde 2’si kadar…
Çevresel değerlerin ve insan haklarının, altın madalyonların arkasında kaybolduğu bu manzara içinde, yaşanan insanlık dramı, bir kenara not düşülen sayılardan ibaret hale gelmiş durumda. İşçilerin hayatı, madencilik endüstrisinin gözünde üretim kayıplarının soğuk istatistiklerine dönüşüyor.
Unutmayalım; Soma’da 301 canın yitirilmesiyle sonuçlanan felaketten sonra dahi “Bu işin fıtratında var” yaklaşımı, acı bir şekilde kabullenilmişti. Aslında bu, yoksul insanlara yapılan yatırımların gerçek yüzünü de ortaya koyuyor. Onlara sunulan, gelecekle ilgili vaatlerin altında yatan esas gerçek, bir sus payından öteye gitmiyor.
Tam da bu noktada devletin durduğu yer bir tür paradoks teşkil ediyor. Vatandaşının, doğasının, toprağının yanında durması beklenen devlet (günün hakim güçleri) aksine, sermayenin yanında konumlanıyor.
Yaşadığımız çağda her büyük felaket, her nasılsa sermaye ve iktidarın gölgesinde kök salıyor!
Bugün İliç’te yaşananlar sadece toprakları değil, vicdanları da zehirleyen bir sürece karşılık geliyor. Siyanür solüsyonları altında kaybolan yaşamlar, maden şirketlerinin bilançolarında sadece birer rakam olarak yer alıyor.
YARGIDAKİ İDEOLOJİK DÖNÜŞÜMÜN FELAKETE KATKISI
Yargının görevi, toplumun adalet duygusunu temsil etmek ve korumakken, uzunca yıllardır (özellikle 2010 sonrası) yaşanan ideolojik dönüşüm, bu temel ilkeyi derinden sarsmıştır. Özellikle son dönemde, hukukun üstünlüğü ilkesi, iktidarın politik hedefleri doğrultusunda esnek bir yapıya bürünmüş; yargı, çevre ve vatandaş haklarını savunmak yerine, adeta ekonomik çıkar gruplarının çıkarlarını koruyan bir araç haline gelmiştir.
Bu durum, özellikle doğal kaynakların sömürülmesi ve çevresel felaketlerle ilgili konularda kendini göstermiş, yargının çevre ve toplum lehine karar verme kapasitesi önemli ölçüde azalmıştır.
İktidarın desteğiyle, maden şirketlerine verilen ayrıcalıklar, vergi muafiyetleri ve hukuki süreçlerin esnetilmesi, adaletin sermaye yararına işlediğinin açık bir göstergesi haline gelmiştir. Hatta “Bu topraklarda altın var, neden çıkarmayalım?” şeklinde argümanlar öne sürülerek, insanların çevreyi koruma çabaları adeta “hainlik” ile eş değer tutulur hale gelmiştir. Böylece; altının parıltısı adaletin terazisini görünmez kılarken doğa ve insan hakları, yeni altın çağının ancak birer dipnotları haline gelmiştir.